DÜNYAYI KURTARAN KADINLARDA ARA

11.12.12

bilmem gereken her şeyi ormanda öğrendim...

Vandana Shiva Türkiye şubesine dönüşüyoruz gibi görünebilir ama merak etmeyin başka konularda yazılar da yakında geliyor...Vandana'nın Yes Dergisi'nde yayınlanan son yazısını okuyunca çevirip paylaşmamazlık edemedim...buyrun...


Vandana Shiva: Bilmem Gereken Her Şeyi Ormanda Öğrendim

Çok sayıda krizi bir arada yaşadığımız bu dönemde, doğayı ölü madde olarak görmeyi bırakıp barındırdığı biyolojik çeşitliliğe, temiz suya ve tohumlara değer vermeye başlamamız gerekiyor. Bunun için doğanın kendisi en iyi öğretmenimiz olacaktır.

Vandana Shiva
5 Aralık 2012

Çeviri: İlknur Urkun Kelso

Ekoloji yolculuğum Himalaya’nın ormanlarında başladı. Babam bir orman koruma memuruydu; annem ise Hindistan ve Pakistan’ın trajik ayrılma sürecinden kaçarak çiftçilik yapmaya başlamıştı. Ekoloji hakkında bildiğim şeylerin çoğunu Himalaya’nın ormanları ve ekosistemlerinden öğrendim. Annemizin bizim için yazdığı şiir ve şarkılar, ağaçları, ormanları ve Hindistan’ın orman medeniyetlerini anlatırdı.

Çağdaş ekoloji hareketine katılmam ise Himalaya bölgesinde yaşanan büyük ölçekli ormansızlaştırmaya karşı şiddetsiz bir tepki olan “Chipko” ile oldu.

1970’li yıllarda, memleketim olan Himalaya’nın Garhwal İli’nden bir köylü kadın, ormanları savunmak için bir girişim başlatmıştı. Bölgedeki tomrukçuluk faaliyetleri toprak kayması ve taşkınlara, su, hayvan yemi ve yakıt sıkıntısına neden oluyordu. Bu temel ihtiyaçları karşılayanlar kadınlar olduğu için, bu sıkıntılar onların su ya da odun taşımak için daha fazla mesafe yürümeleri ve daha ağır yük taşımaları anlamına geliyordu.

Kadınlar ormanın gerçek değerinin ölü ağaçların kerestesi olmadığını, pınarlar ve dereler, hayvanlar için yiyecek ve evler için yakıt olduğunu biliyorlardı. Ağaçları kucaklayacaklarını ve tomrukçuların ağaçları öldürmek için önce kendilerini öldürmesi gerektiğini ilan ettiler.

O döneme ait bir halk şarkısı şöyle diyor:
Bu güzel meşeler ve orman gülleri
Bize serin sular verir
Bu ağaçları kesmeyin
Onları yaşatmamız gerekir

1973 yılında doktoramı yapmak için Kanada’ya gitmeden önce, en sevdiğim ormanı görmeye ve en sevdiğim derede yüzmeye gitmiştim. Ama orman yok olmuş, dereden ise geriye bir su sızıntısı kalmıştı. Chipko hareketinin gönüllüsü olmaya karar verdim ve bütün tatillerimi pad yatra (hac yürüyüşleri) yaparak, ormansızlaştırmayı ve orman aktivistlerinin çalışmalarını belgeleyerek ve Chipko’nun mesajını yayarak geçirmeye başladım.

Chipko’nun dramatik eylemlerinden birisi, 1977 yılında bir Himalaya köyü olan Adwani’de gerçekleşti. Bachni Devi adındaki bir köylü kadın, ağaç kesme işinde çalışmaya başlayan kocasına karşı direnişe geçti. Görevliler ormana geldiklerinde kadınlar onları gündüz vakti yaktıkları fenerlerle karşıladılar. Ormancı ne yaptıklarını sordu. Kadınlar şöyle cevap verdiler: “Size ormancılığı öğretmeye geldik.” Ormancı çıkıştı; “Aptal kadınlar; ormanın değerini en iyi bilen bizlerin ağaç kesmemizi nasıl engelleyebilirsiniz? Bu ormanlar neler sağlar biliyor musunuz? Kâr ve reçine ve kereste sağlarlar.”

Kadınlar koro halinde cevap verdiler:
Ormanlar neler sağlar?
Toprak, su ve temiz hava
Toprak, su ve temiz hava
Yeryüzünü yaşat ve o sana her şeyi sağlar.

Monokültürün ötesinde

Biyoçeşitliliği ve biyoçeşitliliğe dayalı canlı ekonomileri Chipko’dan öğrendim ve bunların korunması hayatımın amacı haline geldi. Zihin Monokültürleri (Monocultures of the Mind) kitabımda açıkladığım gibi, doğanın ve kültürün yoksullaşmasının esas nedeni biyoçeşitliliği ve yerine getirdiği işlevleri anlayamamaktır.

Himalaya ormanlarının çeşitliliğinden aldığım dersleri kendi çiftliklerimizde biyoçeşitliliğin korunması için kullandım. Tarlalardan tohum toplamaya başladım ve eğitim ve uygulama için ayrı bir çiftliğe ihtiyacımız olduğunu fark ettim. Böylece, 1994 yılında, Himalaya’nın alçak kesimlerindeki Uttarakhand İli’nin Doon Vadisi'nde, Navdanya Çiftliği kuruldu. Bugün burada 630 çeşit pirinç, 150 çeşit buğday ve yüzlerce diğer bitki türünü koruyor ve ekiyoruz. Dönüm başına daha fazla gıda ve besin üreten bir biyoçeşitlilik-yoğun çiftçilik biçimini uyguluyor ve teşvik ediyoruz. Böylece biyoçeşitliliğin korunması aynı zamanda gıda ve besin krizinin de çözümü oluyor.

1987’de başlattığım biyoçeşitliliği koruma ve organik çiftçilik hareketi Navdanya büyüyor. Bugüne kadar Hindistan çapında 100’ün üzerinde tohum bankası kurulması için çiftçilere destek olduk. 3000’in üzerinde pirinç çeşidini kurtardık. Çiftçilerin fosil yakıtlara ve kimyasala dayalı monokültürleri bırakıp güneş ve toprakla beslenen, biyoçeşitliliği destekleyen ekolojik sistemlere geçmelerine de yardımcı oluyoruz.

Bolluk ve özgürlük, işbirliği ve karşılıklı verme konularında benim öğretmenim biyoçeşitlilik oldu.

Küresel Düzeyde Doğanın Hakları

Doğa öğretmen olduğunda, onunla ortak bir yaratım sürecine gireriz—onun yetkinliğini ve haklarını fark ederiz. Ekvator’un anayasasında “doğa hakları”nı tanıması bu nedenle çok önemli. Nisan 2011’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu—Ekvator anayasası ve Bolivya’nın öncülüğündeki Doğa Ananın Hakları Evrensel Beyannamesi’nden alınan esin ile—Yeryüzü Günü kutlamaları kapsamında doğa ile uyum üzerine bir konferans düzenledi. Tartışmaların büyük bölümü insanın doğa üzerindeki ve zenginin yoksul üzerindeki egemenliğine dayalı sistemleri, ortaklık üzerine kurulu yeni sistemlere dönüştürme yolları üzerine yoğunlaştı.

Konferansla birlikte yayınlanan, BM genel sekreterinin “Doğa ile Uyum” raporu, doğa ile yeniden ilişki kurmanın önemini ele alıyordu: “Sonuçta, çevreye zarar veren davranışlar, insanların doğanın ayrılmaz bir parçası olduğunun, ona zarar verirsek kendimize de ciddi zararlar vermemizin kaçınılmaz olduğunun farkına varılmamasından kaynaklanmaktadır.”

Gerçekten de, doğa ile uyumsuzluk ve doğa ve insana yönelik şiddetin kaynağı bu ayrılıkçılıktır. Güney Afrika’nın en önemli çevrecilerinden Cormac Cullinan’ın da işaret ettiği gibi, ayrımcılık(apartheid) birbirinden ayrı olmak demektir. İnsanların renklerine göre şiddet kullanılarak ayrılmasını durdurmaya yönelik ayrımcılık karşıtı hareket için bütün dünya el ele vermiştir. Güney Afrika’da ayrımcılığı geride bıraktık. Bugün ise çok daha kapsamlı ve derin bir ayrımcılığı—insanların doğadan ayrı olduğuna dair zihinlerdeki ve yaşamımızdaki yanılsamaya dayalı eko-ayrımcılığı—aşmamız gerekiyor.

Ölü Yeryüzü Bakış Açısı

Yeryüzüne karşı savaş, bu ayrı olma fikri ile başladı. Bu fikrin çağdaş tohumları sanayi devrimini kolaylaştırmak amacıyla yaşayan yeryüzünün ölü maddeye dönüştürülmesi ile ekildi. Çeşitliliğin yerini monokültürler aldı. Canlı yeryüzünün yerini “ham maddeler” ve “ölü madde” aldı. Terra Madre’nin (Toprak Ana) yerine Terra Nullius (yerli halkların varlığına rağmen sahipsiz ve işgale açık görülen boş topraklar) geçti.

Bu felsefenin geçmişi, modern bilimin babası olarak görülen Francis Bacon’a kadar uzanıyor. Bacon, bilim ve icatlar “sadece doğanın gidişatına hafif bir yön vermekle kalmaz; onu fethetme ve ona boyun eğdirme, onun temellerini sarsma gücüne sahiptir” demişti.

17. yüzyılda yaşamış meşhur kimyager ve Yeni İngiltere Yerlileri Arasında İncil’in Yaygınlaştırılması Cemiyeti’nin başkanı Robert Boyle, yerli halkları doğa hakkındaki fikirlerinden kurtarmak istediğini açıkça söylemişti. Onların doğa algısına, “bir tür tanrıça” olduğu için karşı çıkmış ve “bu insanların doğa dedikleri şeye gösterdikleri hürmet, insanın Tanrı’nın aşağı yaratıkları üzerindeki imparatorluğunun ilerlemesine engel olmaktadır” demişti.

Doğanın ölümü fikri, yeryüzüne karşı bir savaş başlatılmasını sağlamıştır. Bu mantıkla, yeryüzü sadece ölü maddeden oluşur, dolayısıyla öldürülen bir şey yoktur.

Felsefeci ve tarihçi Carolyn Merchant, bu perspektif değişikliğinin—doğanın yaşayan, besleyici bir anne olmak yerine durağan, ölü ve yönlendirilebilir madde olarak görülmesinin—kapitalizmi doğuracak olan etkinliklere son derece uygun olduğuna işaret eder. Bacon ve bilimsel devrimin diğer liderlerinin yarattığı egemenlik imgeleri, besleyici yeryüzü imgelerinin yerini almış, doğanın sömürüsünün önündeki kültürel kısıtlamaları kaldırmıştır. Merchant şöyle yazmış; “İnsanın bir anneyi katletmesi, altın çıkarmak için iç organlarını deşmesi ya da vücudunu sakatlaması kolay olmazdı.”

Doğanın Öğrettikleri

Bugün, küreselleşmenin derinleştirdiği bu krizler döneminde, doğanın ölü madde olduğu paradigmasından uzaklaşmak zorundayız. Ekolojik bir paradigmaya geçmeliyiz ve bunun için en iyi öğretmen doğanın ta kendisidir.

Navdanya çiftliğindeki Yeryüzü Üniversitesi/Bija Vidyapeeth’i bu amaçla kurdum.

Yeryüzü Üniversitesi’nde yaşam ağı içindeki tüm türlerin evrilme özgürlüğü ve insanların yeryüzü ailesinin üyesi olarak diğer türlerin haklarını tanıma, koruma ve onlara saygı gösterme özgürlüğü ve sorumluluğunu kapsayan Yeryüzü Demokrasisi öğretiliyor. Yeryüzü Demokrasisi, insan-merkezcilikten eko-merkezciliğe doğru bir geçiştir. Hepimiz yaşamak için yeryüzüne bağımlı olduğumuza göre, Yeryüzü Demokrasisi insanın gıda ve su hakkı ve açlık ve susuzluktan kurtulma hakkı olarak da tercüme edilebilir.

Yeryüzü Üniversitesi bir biyoçeşitlilik çiftliği olan Navdanya’da bulunduğu için, katılımcılar yaşayan tohumlarla, canlı toprakla ve yaşam ağı ile ilişki kurma şansı yakalıyorlar. Katılımcılar arasında çiftçiler, öğrenciler ve dünyanın her yerinden insanlar bulunuyor. “A’dan Z’ye Organik Tarım ve Agroekoloji” ve “Gandhi ve Küreselleşme” en popüler derslerimiz.

Ormanın Şiiri

Yeryüzü Üniversitesi, Hindistan’ın Nobel ödüllü ulusal şairi Rabindranath Tagore’den ilham aldı.

Tagore hem doğadan ilham almak hem de bir Hint kültürü rönesansı başlatmak için, Batı Bengal’deki Shantiniketan kasabasında bir orman okulu kurmuştu. Okul 1921 yılında üniversiteye dönüştü ve Hindistan’ın en ünlü eğitim merkezlerinden biri haline geldi.

Bugün, Tagore’nin zamanında olduğu gibi, yine özgürlük konusunda ders almak için doğaya ve ormana dönmemiz gerekiyor.

“Ormanın Dini” adlı eserinde Tagore, antik Hindistan’ın orman halklarının klasik Hindistan edebiyatı üzerindeki etkilerinden bahsetmiş. Ormanlar bize demokrasi dersleri—ortak yaşam ağından geçim sağlarken diğerlerine de yer bırakma dersi—verebilecek su kaynağı ve biyolojik çeşitlilik depolarıdır.

“Tapovan (Saflık Ormanı)” adlı denemesinde Tagore şöyle yazar: “Hint medeniyeti kendini maddi ve manevi olarak yenileme kaynağını kentte değil ormanda bulması bakımından ayırt edilir. Hindistan’ın en parlak fikirleri insanların ağaçlarla, nehirlerle ve göllerle dostluk içinde olduğu, kalabalıklardan uzak yerlerden çıkmıştır. Ormanın huzuru insanın entelektüel gelişimine destek olmuştur. Ormanın kültürü Hint toplumunun kültürünü beslemiştir. Ormandan çıkan kültür yaşamın yenilenmesini sağlayan çok çeşitli süreçlerden etkilenmiştir.  Bu süreçler türden türe, mevsimden mevsime, görüntü ve ses ve koku olarak değişerek ormanda daima iş başındadır. Bu sayede yaşamın ilkeleri olan çeşitlilik içinde birlik ve demokratik çoğulculuk Hint medeniyetinin de ilkeleri haline gelmiştir.”

Hem ekolojik sürdürülebilirliğin hem de demokrasinin temelinde işte bu çeşitlilik içinde birlik ilkesi bulunur. Birlik olmadan çeşitlilik, çatışma ve yarışmaya neden olur. Çeşitlilik olmadan birlik ise dışarıdan kontrole zemin hazırlar. Bu hem doğa hem de kültür için geçerlidir. Orman çeşitlilik içinde bir birliktir ve bizler ancak ormanla olan ilişkimiz aracılığıyla doğa ile birlik içinde oluruz.

Tagore’nin yazılarında, orman sadece bir bilgi ve bilgelik kaynağı değildir; orman güzellik ve mutluluğun, sanat ve estetiğin, uyum ve mükemmeliyetin de kaynağıdır. Orman evreni sembolize eder.

“Ormanın Dini”nde şair, düşünce yapımızın “evrenle ilişki kurma çabamıza ya gücün ya da sempatinin beslenmesi aracılığıyla, fetih ya da birlik yoluyla yön verdiğini” yazmış.

Orman bize birliği ve şefkati öğretir.

Orman bize yeterli diyebilmeyi, bir eşitlik ilkesi olarak sömürü ve birikim olmaksızın doğanın hediyelerinden nasıl faydalanabileceğimizi öğretir. Tagore ormanda kaleme alınmış antik metinlerden alıntı yapar: “Hareket halindeki bu dünyada hareket eden her şeyin Tanrı’ya dahil olduğunu bil; ve mutluluğu açgözlülük ve sahip olma yerine feragat ile bul.” Çünkü ormandaki hiçbir tür başka bir türün payına el koymaz. Her tür, hayatını diğerleri ile işbirliği içinde sürdürür.

Tüketim ve birikim toplumunun sonu, yaşama sevincinin başlangıcıdır.

Açgözlülük ile şefkat, fetih ile işbirliği, şiddet ile uyum arasındaki, Tagore’nin sözünü ettiği çatışma bugün de devam ediyor. Bu çatışmayı aşmanın yolunu ise bize orman gösteriyor.   



        

29.9.12

sabunlar, kitaplar, tohumlar, otlar ve hindistan


http://sineksekiz.com/
Takasa inanan Sineksekiz'den, mahallemde üretilmiş sabunlara karşılık aldığım İyilerin Yanında kitabını okuyorum. Aslında bir çırpıda bitirebilecekken, bile bile zamana yayıyorum. Doğa aktivizmi konusunda, hatta sanırım genel olarak hayatta tek kahramanım olan Vandana Shiva'nın kaleminden, Hindistan'lı kadınların, ormanların, derelerin, dağların, balıkların başına gelenleri yüreğimde iyice hissetmek istiyorum. 

Bir süredir arkadaşlarla aramızda yinelenen bir şakadır; "sen bi Hindistan'a git gel". İçi daralan, yönünü kaybeden, hayatını değiştirmek isteyenlere yaptığımız bu şakacıktan teklife, insanın gittiği yerde kendisinden kaçamayacağına inandığım, turizmden hoşlanmadığım ve seyyah kişiliğine de sahip olmadığım için genelde "Hindistan bana gelsin" diye bir şakayla karşılık veririm. Ama şaka gerçek oldu bu hafta Hindistan bana geldi!

1 aydır çok garip bir süreçten geçiyorum. İşlerimin inanılmaz yoğunluğu arasında kendimi durduramayıp Vandana'nın başlattığı Tohum Özgürlüğü Hareketi'nin duyurularının çevirisini de üstlendiğimde sanki her şey başladı. İşler, aldığım diğer sorumluluklar, fiziksel sıkıntılarım, hormonal çalkantılarım, Burhan ve Esenay'ın düğünü derken ay bitti ama ben de bittim. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok zorlandım. Hiçbir şey yapamaz, çalışamaz, oturamaz, yatamaz, gözlerimi kapatamaz olduğum anlarda İyilerin Yanında kurtarıcım oldu. Vandana'nın çocukluğunun geçtiği ormanları ve dağları, aydınlar, şairler ve aktivistlerle dolup taşan, Chipko hareketinin temelinin atıldığı bir evde büyüyüşünü, Kanada'da aldığı nükleer fizik eğitimi ile memleketinde yaşanan haksızlıklar arasında nasıl bir orta yol bulduğunu ve bu sayede ülkesinde hem halkın hem yöneticilerin değer verdiği bir kişilik haline gelişini okumak umut verdi. Yeşil Devrim, Mavi Devrim ve Genetik Mühendisliği'nin Hintlilerin yaşam biçimine, doğal sistemlerine, hayatlarına nasıl zarar verdiğini okurken dünyada hiçbir şeyin sınırları olmadığını bir kez daha hissettim. Orada mangrov ormanları ölüyordu başka yerde redwoodlar burada ise kestaneler...Dünyanın her yerinde, aynı şirketler, aynı şekilde bütün köylülerin yaşam biçimini ellerinden almaya çalışıyor, yediğimiz her şeyi onlardan satın almamızı, hatta nefes almak için bile onlara borçlanmamızı istiyorlardı. Gökten yağan yağmur, denizdeki tuz, topraktaki humus...hepsini bizden çalıp sonra bize satmak isterlerken aslında bunları geri dönüşü olmayan bir şekilde yok ediyorlardı. Çünkü şirketler yıllık kar oranlarından başka bir şeyle ilgilenmezler... 

Ama Vandana'nın hikayesi gittikçe güzelleşiyordu çünkü dünyayı aslında kimin beslediğini anlatmaya başlıyordu. Eskiden büyü ve sihir sayılan, şimdi ise ilkel, sağlıksız, hijyenik değil denilen uygulamalarla kara topraktan yiyeceği kadınlar yaratıyorlardı. Vandana'nın kurduğu Navdanya tohum merkezi de Hintli kadınların her yıl yaptıkları "dokuz tohum" ritüelinin ismini almıştı. Dokuz tohum ritüeli yüzyıllardır Hintlilerin karnını doyuran büyünün ta kendisiydi. Bu büyünün Navdanya'daki devamlılığını ise Vandana'nın asistanı ve Navdanya'daki tohumların saklanmasından sorumlu olan Bija Devi (ve Bija'nın adı tohum demek!) adlı köylü kadın sağlıyordu. Bija ve Navdanya'daki birçok güzel insan çok çeşitli besleyici yerel bitki tohumları ve kadınların gıda için kullandıkları diğer stratejilerin korunması için çalışıyor. Buna kadınların geleneksel olarak topladığı yüzlerce yabani bitkiye dair bilgi birikimi de dahil. 

Tohumların korunması, çoğaltılması ve seçilmesi aracılığıyla, insan eliyle evrimleştirilmiş sebzeler, tahıllar ve meyvelerin önemi çok büyük. Ancak ben özellikle yabani otlara karşı inanılmaz bir çekim hissediyorum. Hayattaki en büyük zevklerimden biri yolda gördüğüm yabani bitkileri tanımak, neyin yenir neyin yenmez olduğunu öğrenmek, pazardaki teyzelerden ot envanteri alıp nasıl pişirildiklerini anlattırmak, daha önce bilmediğim bir ot bulup eve getirmek! Tabii üç yıldır bu bölgede yaşadığım için artık buralardaki yenilir otları az çok tanıyorum ve bu heyecanı eskisi kadar sık yaşayamıyorum. Kim derdi ki İyilerin Yanında bana bu zevki bir kez daha yaşatsın, hem de hastane kapısından ağlayarak çıktıktan yarım saat sonra!

Hastaneden çıkınca kendimi zar zor bir pastaneye atıp karnımı doyurunca aklıma Edremit'in pazarı olduğu geldi. Aslında niyetim rengarek kumaşlara bakıp kafamı dağıtmaktı ama otları görmezden gelmem mümkün olmadı. Şu an pek ot mevsimi de olmadığından tezgahta sadece iki çeşit birbirine çok benzeyen ot vardı. Daha önce pazarda görmediğim bu otlar nedense tanıdık gelince adını sordum ve kulaklarıma inanamadım. Önceki akşam kitapta okuduğum yabani otlar listesinden (yerel isimleri ve latince adları vardı) sadece bir bitkinin ne olduğunu öylesine merak etmiş ve google'da aramış, Türkçe'de genelde zararlı ot olarak anlatıldığını okumuş, Hindistan'da yenen şey burada öldürülüyor yazık demiştim. Önce kitapta sonra tezgahta beni kendine çağıran bitki bethua sale- chenopodium album-sirken otu. Ispanağın yabanisi de denen bitki doğadan toplandığı için ıspanaktan daha besleyici ve daha temiz, ve kavurması muhteşem oluyor! 

Bir ot kavurması sizi nerelere götürebilir?

16.9.12

Vandana Shiva çağırıyor: Tohum Özgürlüğü için Eylem Günleri'ne katılın, 2-16 Ekim 2012


Hem memleketi Hindistan'da hem de dünyanın her köşesinde, tohumu, yaşamı, doğayı savunmaya yaşamını adamış biricik Vandana Shiva'mızın bizlere bir mektubu var. Aşağıda bu mektup ve eklerinin Türkçe çevirilerini bulacaksınız. Ayrıca Vandana'nın video mesajını Türkçe altyazı seçeneği ile izleyebilirsiniz.


Sevgili Dostumuz,

Bu mektubu Navdanya adına, sizi Küresel Tohum Özgürlüğü İttifakı’na—dünyanın her köşesindeki vatandaşları ve hükümetleri tohum kaynaklarımızın, dolayısıyla da gıda güvenliğimizin nasıl bir tehlike altında olduğu konusunda uyarmaya yönelik küresel bir kampanyaya—katılmaya davet etmek için yazıyorum.

Tohum yaşamın kendisi ve gıda zincirimizin ilk halkasıdır. Tohum Özgürlüğü tüm özgürlüklerin temelidir. Bugün bu özgürlüğümüz ciddi bir tehdit altında. Küresel düzeyde bir tohum acil durumu ile karşı karşıyayız.

Birçoğumuz bu acil duruma karşılık çağdaş toplumsal hareketler geliştirdik. Dünyanın çeşitli yerlerinde insanlar tohumlarının ele geçirilmesine karşı yerel ve kendilerine özgü yollarla mücadele ediyorlar. Şimdi bu hareketlerin çeşitliliği arasında daha iyi bir sinerji yaratmalı ve karşılaştığımız tehlikeler ve tohumlarımızı korumak için yaptıklarımız bakımından tanıklık ettiğimiz süreçleri birbirimizle paylaşmalıyız.

Küresel Tohum Özgürlüğü kampanyasının niyeti tohum koruyucu ve savunucularının mevcut eylemlerine güç katmak, tabandan başlayarak daha büyük, daha geniş ve daha derin dayanışma ittifakları kurmaktır. Tohumun özgürlüğünü koruma hareketini güçlendirmek için dünya çevresindeki çeşitli seslerin ‘noktalarını birleştirmeyi’ hedeflemektedir.

Sizin de bu durumun aciliyetini benim kadar derinden hissettiğinize ve tohumlarımızı geri almak ve Tohum Çeşitliliğimiz ve Tohum Özgürlüğümüzü korumak için güçlerimizi birleştirme ihtiyacı duyduğunuza eminim.

Ekte Tohum Özgürlüğü İttifakı Deklarasyonu’nu gönderiyorum. Umarım bize katılır ve gelecek nesiller için daha adil ve daha sürdürülebilir bir dünya kurmamıza yardım edersiniz.

Dayanışmayla,

Vandana Shiva

Tohum Özgürlüğü İttifakı Deklarasyonu

1. Tohum yaşamın kaynağıdır, yaşamın kendini ifade etme, kendini yenileme, çoğalma, özgürce sonsuz bir şekilde evrilme dürtüsüdür.

2. Tohum biyo-kültürel çeşitliliğin cisimleşmiş halidir. Milyonlarca yıllık geçmiş ve gelecek milenyumların biyolojik ve kültürel evrimini taşır.

3. Tohum özgürlüğü tüm yaşam biçimlerinin doğuştan gelen hakkıdır ve biyo-çeşitliliğin korunması için esastır.

4. Tohum özgürlüğü her çiftçinin ve gıda üreticisinin doğuştan gelen hakkıdır. Çiftçilerin tohum saklama, takas etme, evrimleştirme, üretme ve satma hakkı Tohum Özgürlüğü’nün merkezinde yer alır. Bu özgürlük engellendiğinde çiftçiler borç batağına saplanırlar ve aşırı örneklerde intihara sürüklenirler.

5. Tohum Özgürlüğü Gıda Özgürlüğü’nün de temelidir, çünkü tohum gıda zincirinin ilk halkasıdır.

6. Tohum Özgürlüğü, tohum tekelleri yaratarak çiftçilerin tohum saklama ve takas etmelerini yasa dışı hale getiren tohum patenlerinin tehdidi altındadır. Tohumlar üzerindeki patentler etik ve ekolojik olarak haksızdır, çünkü patentler icatlar için verilen imtiyazlardır. Fakat tohum bir icat değildir. Yaşam bir icat değildir.

7. Çeşitli kültürlere ait Tohum Özgürlüğü, Biyolojik Korsanlık ve yerel bilgi ve biyolojik çeşitliliğin patentlenmesi uygulamaları nedeniyle tehlike altındadır. Biyolojik korsanlık bir inovasyon değil bir hırsızlıktır.

8. Tohum Özgürlüğü, çiftliklerimizi kirleten ve hepimiz için GDOsuz gıda seçeneğini ortadan kaldıran genetiği ile oynanmış tohumların tehdidi altındadır. Önce ekinlerimizi kirletip sonra “mülkiyet hırsızlığı” iddiası ile çiftçileri mahkemeye veren şirketler, çiftçilerin Tohum Özgürlüğü’nün tehdit etmektedir.

9. Tohum Özgürlüğü, tohumun kasıtlı olarak kendini üretme yetisine sahip bir kaynaktan yenilenebilir olmayan patentli bir metaya dönüştürülmesi nedeniyle tehdit altındadır. Yenilenebilir olmayan tohumların başlıca örneği kısır tohum üretmeyi amaçlayan “Terminatör Teknolojisi”dir.

10. Tohum Özgürlüğüne, çeşitli türlerin evrilme özgürlüğü ve insan topluluklarının açık kaynaklı tohuma hak olarak ulaşma özgürlüğü olarak sahip çıkacağız.

Bu amaçla, tohum saklayacağız.

Tohum bankaları ve tohum kütüphaneleri kuracağız.

Tohumu şirketlerin mülkiyeti haline getiren adaletsiz yasaları tanımayacağız.

Tohumların patentlenmesini durduracağız.

Küresel Tohum Özgürlüğü İttifakı ve Eylem Günleri - 2-16 Ekim 2012

Birçoğumuz karşılaştığımız bu tohum krizine karşı çeşitli hareketler başlatmış bulunuyoruz. Küresel Tohum Özgürlüğü kampanyası bu mevcut hareketlere güç katmayı amaçlamaktadır. Dünyanın dört bir yanında yükselen seslerin “noktalarını birleştirmeyi” ve hareketi destekleyerek tohumları korumayı amaçlamaktadır.

2 Ekim’den (Gandhi’nin Doğum Günü)16 Ekim’e (dünya Gıda Günü) kadar, Tohum Özgürlüğü meselesine dair küresel bir vatandaş tepkisi ortaya koymak için yoğun bir şekilde eyleme geçmeyi planlıyoruz ve bunun insanları ve hükümetleri uyandıracağını umuyoruz. Gandhi “adaletsiz yasalara uyulması gerektiğine dair batıl inanç var olduğu sürece kölelik de var olmaya devam edecektir” demişti. İnsanlık ve Dünya üzerindeki tüm türlerin çeşitliliği yeni bir kölelik biçimine sürüklenmektedir. Gandhi’nin izinde, sizi adaletsiz yasalara karşı sivil itaatsizliğe çağırıyoruz. Aşağıda sadece bir başlangıç noktası olabilmesi için birkaç eylem fikri sunuyoruz. Tohum Özgürlüğü kampanyası büyüyüp sesimiz yükseldikçe, ortak stratejilerinizi ve eylemlerimizi beraberce planlamayı umuyoruz.

Tohum Özgürlüğü Günleri için Eylem Fikirleri


Lütfen http://seedfreedom.in/events/community/add adresine kayıt olarak planladığınız etkinlik ve eylemlerin detaylarını Eylem Günleri Takvimi’ne ekleyin. http://seedfreedom.in/events/category/fortnight-of-action/

Tohum Özgürlüğü için Küresel İttifak’a katılın- Tohum Özgürlüğü Deklarasyonu’nu imzalayın: http://seedfreedom.in/declaration/ (İngilizce-diğer diller hazırlanmaktadır)

Başkalarını da Deklarasyon’u imzalamaya davet edin

Bir tohum bankası kurun- kendi GDOsuz/patentsiz tohumlarınızı saklayın: http://seedfreedom.in/act/seedbank/

GDOsuz/patentsiz tohumlar için yerel takaslar düzenleyin

Bir “Tohum Bombalama” etkinliği düzenleyin– Google!

Bir tohum savunucusu olun: http://seedfreedom.in/act/become-a-seed-defender/

Evinizde, kurumunuzda, köyünüz ya da beldenizde tohumların patentlenmesini reddeden bir Tohum Özgürlüğü Bölgesi kurun: http://seedfreedom.in/wp-content/uploads/2012/06/Seed-Kit.pdf

Özgürlük Tohumları filmi için gösterimler düzenleyin: http://vimeo.com/43879272 (sadece İngilizce, çevirmenler aranıyor)

Bir Toplum Destekli Tarım (TDA) girişimine katılın

Üretici pazarlarından, taze, yerel, organik, GDOsuz/işlenmemiş gıdalar satın almaya özen gösterin

Kendi GDOsuz/patentsiz gıdanızı üretin ve başkalarını buna teşvik edin

Aileniz, arkadaşlarınız, mahallenizin sakinleri ya da kurumunuzla organik (GDOsuz/patentsiz) tohum saklayan ve kullanan üreticilerden alınan ürünlerin kullanıldığı bir yemek, kahvaltı ya da piknik düzenleyerek tohum, gıda ve sağlık ilişkisi hakkında farkındalık yaratın

Çok uluslu tohum şirketleri, patent ofisleri ve yerel yönetim kurumları önünde atölye, konferans, yürüyüş, miting ya da toplantılar düzenleyerek Tohum Özgürlüğü ile gıda özgürlüğü arasındaki ilişki hakkında farkındalık yaratın

Yerel kurum, topluluk ve yöneticilere mektup yazarak ve imza kampanyaları başlatarak Tohum Özgürlüğü’nün insanlar ve çevre için önemi konusunda farkındalık yaratın. “Tohum Özgürlüğü Bölgeleri” oluşturmak için onlardan destek isteyin

Bölgesel ya da ulusal parlamentonuza imza göndererek tohum özgürlüğünü ihlal eden yasaların iptalini isteyin

Patent Ofisleri’ne yazarak tohumlar üzerinden patent vermeyi durdurmaları konusunda ısrar edin

Yaşam formlarının patentlenmesini zorunlu kılan TRIPS’in 27.3b maddesindeki zorunlu değişiklikleri tamamlaması için DTÖ’ye yazın. Tohumlar üzerindeki Mülkiyet Hakları’nı iptal etmelerini isteyin

Monsanto adına diğer ülkeleri GDO ve patentlerle tohum bağımsızlıklarını kaybetmeye zorlamaktan vazgeçmesi için Başkan Obama’ya yazın

Sanatınız ve sesinizle katkı verin- tohumla ilgili video, resim, makale ve bloglarınızı Tohum Özgürlüğü Facebook sayfasında paylaşın: https://www.facebook.com/savetheseed

Tohum meselesini derinlemesine ele alan iki belgeye şu linklerden ulaşılabilir:

1. The Manifesto on the Future of Seeds (Tohumların Geleceği Manifestosu) (2004),
2. The GMO Emperor has no Clothes: false promises, failed technologies (GDO Kralı Çıplak: sahte sözler, başarısız teknolojiler)

Kampanyayı destekliyor ve yaygınlaşması için katkıda bulunmak istiyorsanız;

Facebook sayfasını beğenebilir: https://www.facebook.com/savetheseed
Facebook etkinlik sayfasına katılabilir: https://www.facebook.com/events/436131536428020/
Tohum Özgürlüğü Eylem Takvimine eylemlerinizi ekleyebilir: http://seedfreedom.in/events/community/add
Dr. Shiva'nın video mesajını paylaşabilirsiniz: http://www.youtube.com/watch?v=ZiNj5MHgtQs&feature=plcp (Türkçe altyazı seçeneği ile)


1.8.12

Afet Sonrasında Kendimize Yardım Etmeyi Öğrensek Nasıl Olur?

Bu güne kadar yayınladığımız en uzun yazıya hazır olun ve gönülleri birbirinden büyük üç kadının bir solukta okuyacağınız Erciş macerasına buyurun.


1-5 Temmuz 2012 tarihlerinde, Van-Erciş’te, Türkiye’deki ilk afet sonrası ekolojik restorasyon atölyesi düzenlendi. YOKLUKTAN BOLLUĞA adı verilen çalışmanın amacı, deprem gibi bir yıkıcı bir olayın ardından insanların ellerinde kalanlarla yeniden başlamak için kullanılabilecekleri bazı bilgilerin felaketten etkilenen insanlarla doğrudan paylaşılmasıydı.

23 Ekim tarihinde yaşanan depremin üzerinden bir kaç gün geçmeden Emet Değirmenci bir çağrı yaptı ve bir ayağı Amerika’da, bir ayağı İngiltere’de, bir ayağı Balıkesir’de bir ayağı da Erciş’te olan gönüllü bir ekip kuruldu. Afet sonrası alışılagelmiş yardım anlayışının tersine, kendine yardım yaklaşımını geliştirmeye çalışan ekibin kısıtlı zaman ve maddi imkansızlıklarla yürüttüğü çalışma özellikle Emet’in yoğun çabalarıyla evrildi, ekip yenilendi ve büyüdü, ve büyüdü, ve çabalar yokluktan bolluğa atölyesiyle meyvesini verdi. Çalışmanın detaylarını Emet’in Açık Radyo’da Tohumdan Hasada programında Oya Ayman’a verdiği röportajdan dinleyebilirsiniz.

Bense sizi bu muhteşem çalışmada yer alan birbirinden güzel üç kadınla tanıştırmak ve deneyimlerini ve duygularını kendi ağızlarından paylaşmak istiyorum. Bu tür çalışmalar için hepimize motivasyon olması dileğiyle...

Projenin baş mimarı Emet Değirmenci sismoloji kökenli bir permakültür ve ekolojik restorasyon eğitmeni. ABD’de yaşayan ve orada dahil olduğu sayısız projenin yanı sıra hemen her yıl Türkiye’de geçirdiği zamana sığdırabildiği kadar çok eğitim ve atölye düzenleyen Emet’in çalışmalarını http://kendineyeterlitoplum.wordpress.com/ adresinden takip edebilirsiniz. Emet’in Erciş’teki çalışma ile ilgili bize anlattıkları şöyle;


Deprem olduğu günden itibaren Van için ne yapabiliriz diye kafa yoran biri olarak projeyi sonuçlandırmaktan mutluyum. Proje afişinde de duyurduğumuz gibi tamamen kişisel çabalarla ve kişilerden toplanan 1500 TL’lik bir bütçe ile tüm etkinliği gerçekleştirdik. Halka dayanan çok küçük bütçelerle de bir şeyler yapılabileceğini gösterdiğimiz kanısındayım. Elbette planladıklarımızla araziye gidince karşılaştığımız gerçekler biraz farklıydı. Örneğin gri su projesi planda yokken çocukların her gün oynadığı bir alanda koku ve çamur olan bir avluyu da iyileştirdik. Katılımcılarımız her kesimdendi; Erciş Meslek Yüksek Okulu, Van 100. Yıl Üniversitesi, çiftçiler, profesyonel seracılık yapmak isteyenler ve kendi bahçesinde bir şeyler yetiştiren kişiler. 5 günlük yoğun eğitime dayalı, güneş fırını ve biyo-kömür sobası yapımını da içeren, tohumları çimlendirerek besin ve şifa değerini onlarca kat artırabileceğimizi gösteren etkinliklerimiz oldu. Her sabah ki açılış çemberimizde yerel ve yerli kişilerin bilgeliklerinden öğrenmeye özen gösterdik. 75’lik ninemiz günaydın çemberimizi koşa koşa açıp haydi şimdi çalışmaya diyordu.

Son günki kutlamamızda özellikle çocukların teatral etkinlikleri beni çok etkiledi. Onlara dedik ki her gün bizim yaptıklarımızı izleyin ve dinleyin. Onunla ilgili resim yapın yazı yazın. Çocuklar kendileri için hazırlanan ve adına Kırmızı Çocuk Panosu dedikleri arazideki panomuza ilginç resimler astılar ilginç sözler yazdılar. Her simgenin arkasında yatan öyküleri dinledikçe bazen düşündürdüler bazen ağlattılar bazen de güldürdüler. Kapanış günündeki tiyatroda bir baktım mantar rolünde bir kız çocuğu mantarları anlatıyor. İki ağaç arasındaki iletişimi sağlıyorum ben diyordu. İlginç bir şiir de bestelemişlerdi. Ayrıca hep bir ağızdan söyledikleri 23 Ekim Depremi Rap şarkısı hepimizi ağlattı. Çünkü hem dayanışmanın hem de yok olan değerlerin, arkadaşlarının, abilerinin ablalarının komşularının sesini canlandırıyorlardı. Zaten tiyatronun başında yıkıntılar arasından taşıdıkları yaralılarla da deprem anını çok iyi görüntülemişlerdi. Hügelkültür seramıza ve gıda ormanına çocuklarla ve yaşlılarla attığımız tohumlar yeşerecek ve benzeri projeler yayılacak ümidini taşıyorum. Deprem ülkesi olan ülkemizde bir başlangıç yapmanın huzurunu duyuyorum. Umarım bu itkiyi kalıcı kılacak kolektif bir enerji daim olur.

Sevgi Akar Çanakkale Biga’da yaşayan bir permakültür tasarımcısı. Projeye katıldığını duyunca özellikle sevindiğimi söylemeliyim. Hem doğa hem de insanlarla ilişkisi çok kuvvetli olan Sevgi’nin sıcaklığı Ercişlilerin kalbini bir nebze daha ısıtmış olmalı. Sevgi’nin kendi ağzından Erciş deneyimi ve Ercişli kadınlardan bize ulaştırdıkları haberler şöyle;

Erciş’te 272 canı bir anda alan büyük bir afet yaşandı 23 Ekim ’de. Erciş’ten Malik Durmaz ve Amerika’dan Emet Değirmenci ekolojik tasarım ve uygulamalar ile afet sonrası baş gösteren çaresizliklerin ve yetersizliklerin üstesinden gelebilmenin yolları üzerine kafa yordular. Afet Sonrası Ekolojik Restorasyon (Onarım)- Permakültür Eğitimi Projesi için bize çağrı yaptılar. “Yardımcı olun, Ercişlilere ulaşalım, ekolojik restorasyonun yollarını anlatalım” dediler. Çağrıya yanıt verdik. Afet kelimesi olumsuzdu. “Yokluktan Bolluğa “ diye duyurduk projeyi. Zaten kullandığımız malzemelerin çoğu yokluktan çıktı. Yani, ömrünü tükettiğini sandığımız mutfak, tarım ya da endüstri atıkları ile bolluk yaratmanın yollarını göstermeye çalıştık Ercişlilere. Erciş’e geldiğimizde gördük ki Yeşil Erciş bir film platosu sanki. Yıkılmış binalar, çatlak duvarlar, enkazı henüz kaldırılmış, toz duman içindeki arsalar, boşaltılmış apartmanlar, konteynırlar, konteynırlar...

Permakültür uygulamalarımız 78 yaşındaki Ceylan Nenenin bahçesinde oldu. Nenemiz 11 çocuk yetiştirmiş. Oğlu Hüseyin Ceylan “yedi de gelin yetiştirdi” diyor. Nenemiz binlerce yıldır süzüle süzüle gelen toprak ve doğayı işleme bilgisinin, doğadan gelenleri işleme kültürünün bilge temsilcisi. Ceylan nene bahçesinde 3 erkek evladı, 3 gelini ve 8 torunu ile birlikte yaşıyor. Erciş’te hasbıhal ettiklerimiz, biz sormadan deprem anılarını anlatmaya başlıyor. Deprem anında nerede olduklarını, ne hissettiklerini defalarca defalarca anlatıyorlar. Sanki her anlatım yeni bir katarsis sağlıyor yüreklere. Cep telefonu ekranlarından, deprem görüntülerini izletiyorlar bize.

Ceylan Nene’nin Hüseyin oğlu ve Asuman gelinine konuk oluyoruz. Asuman, depremde 5 gün 5 gece beklemiş yıkıntıların içinden sevdiklerini çıkarmak için. İki aylık evli erkek kardeşini ve taze gelini, 15 yaşındaki körpe kız kardeşini, annesini ve dahi babasını çıkarmış enkazdan, ama canlı değil. Asuman’ın yüreği büyük deprem görmüş, binlerce Van’lı, Erciş’li gibi..Gözlerindeki ışık kaybolmuş, ışığa tutunamayan çocuklarının okuldaki başarıları düşmüş. Ekolojik Restorasyon Uygulamalarının en meraklı katılımcılarından biri de Asuman oldu. Soba ve ocak atölyesinde Emet’in “kadınlar da atölye aletlerini mutlaka kullanmalı” önerisini ikiletmedi ve hayatında ilk defa eline matkap aldı. Kullanılmış yağ kovasının dibine delikler açtı. Ben, geldiğimizden beri Asuman’ın ilk defa bu kadar geniş güldüğünü gördüm. Erciş/ Van Afet Sonrası Ekolojik uygulamalarımız Asuman’ın yüreğini restore edebilmiş midir bilmem, ama her geçen gün daha da yalnızlaştığımız şu global köyde benim yüreğim restorasyon gördü Erciş’te.

Yokluktan Bolluğa ekibinin taze kanı ise Yeliz Mert. Zumbara’dan tohum takasına, ekolojik mimariden Anadolu Jam’e her tür sürdürülebilir yaşam mecrasına da neşesini ve enerjisini akıtır. Bu deneyim onun için değerli olduğu kadar onun katılımı da herkes için çok değerli oldu. İşte Yeliz’in düşünceleri;

Depremden hemen sonra bölgeye bireysel olarak nasıl bir yardımda bulunabileceğimi düşünmüş ve arama-kurtarma ya da ilk yardım konularında eğitimli olmadığım için üzüntü duymuştum. Ancak sonrasında Permakültür ile Erciş’e gitme fikrini duyunca, insanlara kendine yeterlilik konusunda nasıl yardımcı olabileceğimi düşünmek bana büyük bir heyecan verdi. Bu anlayışla ve büyük bir şevkle Emet ve Sevgi’ye katıldım.

Proje kapsamında mevcutta var olanları gözlemledikten sonra, bulunduğumuz ortama en iyi katkıyı yapabilecek ve insanların kendi yaşam alanlarında basit çözümler ve atıklarla nasıl bir dönüşüm gerçekleştireceklerini görmelerini sağlayacak şekilde programımızı güncelledik. Oraya vardığımız andan itibaren yanında kaldığımız aileyi evden çıkan organik atıkları biriktirmeye yönlendirdik ve bunların nedenlerini paylaştık. Kimi zaman manavlardan çürümüş sebzeleri istedik, kimi zaman yolda gördüğümüz hayvan kemiklerini, at gübrelerini topladık... Bunların hepsi projemizin amacını ve yöntemini kendiliğinden insanlara benimseten unsurlardı. Elimizde var olana farklı bir gözle bakabilmeyi ve dolayısıyla bağımlı olmak yerine kendine yeterli olabilmeyi projemiz ile doğal bir şekilde aktarabildik. Erciş’te olduğum süre boyunca permakültürü çaresizlik anlarında nasıl kullanabileceğimizin yanı sıra toplumsal deneyimler de yaşadım. Özellikle kadın ve çocukların projemize katılımının, onların kendilerine ve yaşamsal ihtiyaçlarına farklı gözlerlerle bakmalarına yardımcı olduğunu hissettim. Katılımcılarımızdan Leyla’nın projemiz kapsamındaki uygulamalardan biri sırasında kurduğu şu cümle çok etkileyiciydi: ‘Deprem, kadın-erkek dinlemiyor; bizim de öğrenmemiz gerek.’

Erciş deneyimi gönülden bir deneyimdi. Maddi/manevi herkesin küçük küçük katkılarını bir araya getirmesiyle, ‘kendini adamasıyla’ gerçekleşti. O topraklara ve kültüre saygı göstermek ilk öncelikti. Halk ile bütün olma ve yerelden beslenmenin bir örneğiydi. Öğretmek isteği değil; paylaşma isteği vardı. Bu yüzden de Ninemiz beni bağrına bastı, tecrübelerini paylaştı, Asuman evini ve gönlünü açtı, katılımcılarımız şevkle bizimle çalıştı ve iyi niyetimizi paylaştı. Erciş deneyimi benim için bütünlük demekti; toprakla, insanla, kültürle, farklılıkla...


Etkinlikten diğer fotoğrafları facebook'ta görebilir, ekibe soru ve yorumlarınızı Kendine Yeterli Toplum sitesi aracılığıyla iletebilirsiniz.


22.7.12

siftahını saçına süren kadınlar

1 aydan fazla süre önce okuyunca çok heyecanlanıp, burada yayınlamak üzere izin aldığım bu yazıyı bu kadar geciktirdiğim için özür diyerek başlayacağım. Çocukların doğa eğitimi ile ilgili bir kitap çevirisini bitirmeye çalıştığım için ilgili kişilerin beni mazur göreceklerini umuyorum :)


Siftahını saçına süren kadınlar Ayacık'ın Nusratlı köyünde yaşıyorlar. 2002 yılında köye yerleşen, o günden beri Kazdağı'nı korumak ve yaşayanlarının hayatlarını güzelleştirmek için elinden geleni ardına koymayan, köyündeki kadınların ürünlerini kendi köylerinde satmaları için onlara ön ayak olan Süheyla Doğan'ın bizimle siftah heyecanını paylaştığı yazısını hiç dokunmadan paylaşıyorum. Süheyla'nın hayat, üretim, mücadele güncesini ise kendi blogundan takip edebilirsiniz.




SİFTAHIMIZI SAÇIMIZA SÜRDÜK

Veeeee, Nusratlı’da bir şeyler değişmeye başlıyor. Bir sürü dirence, bu köyden bir şey olmaz diyenlere rağmen. Bıraksalar Nusratlı’yı kadınlar kurtaracak. Tüm Dünya’yı kurtaracak olmaları gibi…

Kalkınma ajansından aldığımız destekle Köyün eski okulunu tadil ettik. Bir odasını doğal ürünler satış merkezi yaptık. Bir odası konuk odası, bir odası eğitim odası, bir odası da mutfak. Bahçemiz de kafeteryamız. Dört gündür de ev pansiyonculuğu eğitimi alıyoruz. 20 gün sürecek. 23 kursiyerimiz var. 22 kadın, 1 genç erkek. Köyden kasabaya taşınmış olan gençler de kursa katılıyor. Satış merkezimizde ürün koyanlar nöbetleşe duruyoruz. Bugün 3. gündü. İlk gün bir şişe kekik suyu sattık, ikinci gün iki adet yazma.

Henüz raflarımızın yarısını ancak doldurmuşken 35 plakalı bir araç geldi köy meydanına. Bugün ben nöbetçiydim. Karşıladım arabayı. “Hoş geldiniz köyümüze, buyurun bir çay ikram edelim.” Dedim. “Köy girişinde tabelayı gördük, satış merkeziniz varmış, bakalım dedik.” dedi kadın. Çok sevindik, buyur ettik merkezimize. Ürünlere bakarken başından ayrıldık rahatsız etmeyelim diye. Sorularına cevap verdik. Bizden etkilenmiş olsa gerek, belki de ihtiyacı olmadığı halde kırmızı bir yazma seçti, bir bebek yeleği, bir paket fıstık, bir paket de badem içi. Yazmada indirim istedi, ürün sahibine sormadan indirim yapamayacağımızı, zaten yeleğin de çok ucuz olduğunu söyledik, ikna olduJ Kırık lira tuttu aldığı ürünler. Yüzde onu Derneğe kalacak. Üç kadının ürünü satılmıştı: Birgül, Nebahat, Ayten. Sanki milyonlar kazanmıştık. Üç kadının da kendi adlarına ilk ürün satışlarıydı. Parasının üstünü el birliğiyle verdik. Sonra bahçede çay ikram ettik konuğumuza. Ben aldığım parayı sevinçten sallayarak gösterdim bahçedeki diğer kadınlara. “Siftahımızı saçına sür Süheyla Abla” dediler. Erkekler sakallarına sürdüklerine göre, biz de saçı uzun aklı kısalar olarak saçımıza sürmeliydik uğur getirsin diye.

Konuğumuz çayını yudumlarken ne dese beğenirsiniz: “Okumuş bir kız var mı köyünüzde, oğluma bir kız arıyorum, bu köyü çok sevdim.” Şaşırmıştım, ilk kez gördüğüm birinden çöp çatanlık önerisi ile karşılaşacağım hiç aklıma gelmezdi. Oğlu iyi bir şirkette insan kaynaklarında çalışıyormuş. Ben de “Bizim köyün delikanlıları da eş arıyor ne yazık ki genç kızımız yok.” dedim.
Pansiyonculuk eğitimimiz kadınlarımızda beklediğimin de üstünde bir etkiye sahip olacak gibi görünüyor. Bir yandan da özgüven sağlıyor eğitimler. Kasabada oturan genç kadınlar köyde boş duran evlerini açmaya, eşlerini evlerini onarmaya ikna etmeye başladılar. Köylülerin evlerinden birisi hazır, diğeri onarmaya başladı, bizim inşaat sürüyor. Bir başka arkadaşımızın evi de kullanıma uygun. İki adet sağlam boş ev daha var. Birkaç adet yatak ve bir iki dolap bulsak o evlerin sahipleri de kullanıma verecek evlerini.

Acentalarla görüşmeye başladım, köye kahvaltı ve çaya gelmeleri için. İki acentaya teklif hazırlayıp yolladım. Ancak acentalar yerine esas konuklarımızın yakınlarımız, arkadaşlarımız ve ekoturizme meraklı dostlarımızın olmasını arzu ediyor gönül.

Bu yaz hepinizi Nusratlı Köyü’ne bekliyoruz. Desteğiniz bizi güçlendirecek ve onurlandıracak.

Süheyla Doğan
Nusratlı Köyü Kültür Turizm ve Dayanışma Derneği Bşk.
05334552102
Fotoğraflar:

4.6.12

http://kurtajyasaklanamaz.com/













İMZALA

BAŞBAKANIN VE HÜKÜMETİN TOPLUMSAL CİNSİYET EŞİTLİĞİNİ, KADIN BEDENİNİ, DOĞURGANLIĞINI VE CİNSELLİĞİNİ HEDEF ALAN POLİTİKALARINA SONUNA KADAR HAYIR DİYORUZ!

Kürtajı yasaklamak için başlatılan sürecin DERHAL durdurulmasını talep ediyoruz!

Kürtajın yasaklanması veya süre ve koşullarının daha da daraltılması:

  • kadınların sağlık ve yaşam haklarının ihlalidir!
  • kadınların cinsel ve doğurganlık sağlıkları ve hakları ile ilgili karar verme haklarının ellerinden alınmasıdır!
  • kadınların eşit bireyler olarak görülmediği süregelen muhafazakar zihniyetin bir başka tezahürüdür!

Kürtajın yasaklanmasına dair çalışmaların bir süredir planlandığı, Başbakan'ın Mayıs ayının son haftasındaki demeçleriyle ortaya çıktı. Hiçbir bilimsel veriye dayanmayan bu vahim girişim dünya deneyiminin de gösterdiği gibi kürtaj oranlarını düşürmeyeceği gibi, güvensiz koşullarda kürtaja yol açıp kadın ölümlerini artıracaktır.

KÜRTAJ DEĞİL, ESAS KÜRTAJIN YASAKLANMASI CİNAYETTİR!

KADINLARIN ÖZGÜR TERCİHİYLE YAPILAN GÜVENLİ KÜRTAJ YAŞAM HAKKIDIR; KISITLANAMAZ, YASAKLANAMAZ!

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, güvenli olmayan koşullarda yapılan düşükler nedeniyle her yıl dünya çapında on binlerce kadın hayatını kaybetmektedir. Türkiye'de istenmeyen gebeliklerin istemli olarak sonlandırılmasına yasal olanak sağlanması anne ölüm hızının düşmesine katkı sağlamış ve bu oran 1970'lerden 2000'lerin ortalarına, 100 bin canlı doğumda 250'den 28'e düşmüştür. Kürtajın Türkiye'de arttığı yönünde hiçbir veri yoktur; tam tersine 1993'te 100 gebelikten 18'i kürtajla sonuçlanırken, bu oran 2008'de yüzde 10'lara gerilemiştir. 1994 ile 2011 yılları arasında 26 ülke kürtaj ile ilgili engelleri kaldırmaya yönelik adımlar atmışken, Türkiye'de yasaklanması veya kısıtlanması kabul edilemez. Güvenli kürtaj hakkının kullanımını sadece tıbbi zorunluk ve tecavüz durumlarıyla kısıtlamak, kadınların temel bedensel ve cinsel haklarını marjinalleştirmekte ve hakkın kullanımını mecburiyet koşullarına indirgemektedir.

Ücretsiz, kolay erişilebilen, yüksek standartlardaki doğum kontrol yöntemlerini teşvik etmek yerine kürtajın kısıtlanarak ya da yasaklanarak kadınların sağlık ve yaşama hakkının riske atılmasına karşı çıkıyoruz. Kürtaj bir seçim özgürlüğü olduğu kadar aynı zamanda sosyal bir hak olarak da yaşamsaldır. Çünkü kadınlar için özgür, ücretsiz, ulaşılabilir, güvenli, yasal bir kürtaj hakkı aynı zamanda yaşam hakkıdır. Asıl cinayet kadınları hayatlarını riske atacak tehlikelere zorlamaktır.

GÜVENLİ KÜRTAJ HAKKI, KADINLARIN KENDİ BEDENLERİ ve DOĞURGANLIKLARI ÜZERİNDE KARAR VERME HAKKININ VAZGEÇİLEMEZ BİR PARÇASIDIR!

Kişinin kendi bedeni üzerindeki kontrol ve güvenli kürtaja erişimi de içeren cinsel sağlık ve üreme sağlığı haklarının kısıtlanması temel insan haklarının ve kadının insan haklarının açıkça ihlalidir. Türkiye, hem kendi mevzuatı hem de taraf olduğu uluslararası sözleşmeler uyarınca, cinsel ve üreme sağlığı hakları konusunda yeterli ve kapsamlı hizmetler sunmak ve bu hizmetleri erişilebilir kılmakla yükümlüdür. Türkiye'de çocuk yaşta evlilikler, zorla evlendirmeler, kadın cinayetleri, tecavüzler, kadın cinselliği üzerinde oluşturulan ahlaki baskı mekanizmaları normalleştirilmiştir. Doğum kontrol sorumluluğu temel olarak kadınlara yüklenmiştir. Ancak kadınların ücretsiz doğum kontrol araçlarına kolayca erişemediği, en yaygın doğum kontrol yönteminin geri çekme olduğu, kadın istihdamının düşmeye devam ettiği ve kadın yoksulluğunun hızla arttığı bir ülkede kadınların gebeliğini isteyerek sonlandırma hakkını kısıtlamak veya yasaklamak kadınları tehlikeli koşullarda kürtaja sürükleyecek açık bir ayrımcılıktır.

MİLİTARİST, AYRIMCI SÖYLEM ve UYGULAMALARLA İNSAN HAKLARINA SALDIRILMASINA İZİN VERMEYECEĞİZ!

Başbakan "Her kürtaj bir Uludere'dir" diyerek, kadınların bedensel haklarını yaşama geçirmeleri ile bombalı bir saldırıyla insanların öldürülmesini eş tutmuştur. Bu ayrıca Kürtlerin ve kadınların insan haklarını tartışmaya açan ayrımcı ve militarist bir açıklamadır; oysa devletin birincil görevi tüm vatandaşlarının insanca yaşamalarını sağlamak, eşitlik, hak ve özgürlüklerini güvence altına almaktır.

Türkiye'nin taraf olmakla övündüğü Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi'nin 16.1.e maddesine göre "kadınlar çocukların sayısına ve dünyaya getirilme zamanına serbestçe ve makulce karar verme hakkına sahiptir". Kürtajın yasaklanması yönünde hükümetin bu girişimi kadınların kendi bedenleri üzerinde tasarruf hakkını yok sayan, kadınların birincil varlık sebebini soyun üremesi olarak gören, neo-liberal nüfus politikalarını kadın bedeni üzerinden kurgulayan süregelen kadın düşmanı zihniyetin bir başka ürünüdür.

Böylesi bir karar milyonlarca kadının yaşam hakkının ve kadın, erkek ve çocukların insan onuruna yaraşır bir yaşam sürme haklarının açık bir ihlali anlamına gelir.

Biz imzacı örgütler olarak, kürtajı yasaklamak için başlatılan sürecin ve Başbakan ve Hükümetin kadın bedenini hedef alan siyasetinin DERHAL durdurulmasını talep ediyoruz!

Popüler Yayınlar