http://sineksekiz.com/ |
Takasa inanan Sineksekiz'den, mahallemde üretilmiş sabunlara karşılık aldığım İyilerin Yanında kitabını okuyorum. Aslında bir çırpıda bitirebilecekken, bile bile zamana yayıyorum. Doğa aktivizmi konusunda, hatta sanırım genel olarak hayatta tek kahramanım olan Vandana Shiva'nın kaleminden, Hindistan'lı kadınların, ormanların, derelerin, dağların, balıkların başına gelenleri yüreğimde iyice hissetmek istiyorum.
Bir süredir arkadaşlarla aramızda yinelenen bir şakadır; "sen bi Hindistan'a git gel". İçi daralan, yönünü kaybeden, hayatını değiştirmek isteyenlere yaptığımız bu şakacıktan teklife, insanın gittiği yerde kendisinden kaçamayacağına inandığım, turizmden hoşlanmadığım ve seyyah kişiliğine de sahip olmadığım için genelde "Hindistan bana gelsin" diye bir şakayla karşılık veririm. Ama şaka gerçek oldu bu hafta Hindistan bana geldi!
1 aydır çok garip bir süreçten geçiyorum. İşlerimin inanılmaz yoğunluğu arasında kendimi durduramayıp Vandana'nın başlattığı Tohum Özgürlüğü Hareketi'nin duyurularının çevirisini de üstlendiğimde sanki her şey başladı. İşler, aldığım diğer sorumluluklar, fiziksel sıkıntılarım, hormonal çalkantılarım, Burhan ve Esenay'ın düğünü derken ay bitti ama ben de bittim. Hem fiziksel hem de ruhsal olarak çok zorlandım. Hiçbir şey yapamaz, çalışamaz, oturamaz, yatamaz, gözlerimi kapatamaz olduğum anlarda İyilerin Yanında kurtarıcım oldu. Vandana'nın çocukluğunun geçtiği ormanları ve dağları, aydınlar, şairler ve aktivistlerle dolup taşan, Chipko hareketinin temelinin atıldığı bir evde büyüyüşünü, Kanada'da aldığı nükleer fizik eğitimi ile memleketinde yaşanan haksızlıklar arasında nasıl bir orta yol bulduğunu ve bu sayede ülkesinde hem halkın hem yöneticilerin değer verdiği bir kişilik haline gelişini okumak umut verdi. Yeşil Devrim, Mavi Devrim ve Genetik Mühendisliği'nin Hintlilerin yaşam biçimine, doğal sistemlerine, hayatlarına nasıl zarar verdiğini okurken dünyada hiçbir şeyin sınırları olmadığını bir kez daha hissettim. Orada mangrov ormanları ölüyordu başka yerde redwoodlar burada ise kestaneler...Dünyanın her yerinde, aynı şirketler, aynı şekilde bütün köylülerin yaşam biçimini ellerinden almaya çalışıyor, yediğimiz her şeyi onlardan satın almamızı, hatta nefes almak için bile onlara borçlanmamızı istiyorlardı. Gökten yağan yağmur, denizdeki tuz, topraktaki humus...hepsini bizden çalıp sonra bize satmak isterlerken aslında bunları geri dönüşü olmayan bir şekilde yok ediyorlardı. Çünkü şirketler yıllık kar oranlarından başka bir şeyle ilgilenmezler...
Ama Vandana'nın hikayesi gittikçe güzelleşiyordu çünkü dünyayı aslında kimin beslediğini anlatmaya başlıyordu. Eskiden büyü ve sihir sayılan, şimdi ise ilkel, sağlıksız, hijyenik değil denilen uygulamalarla kara topraktan yiyeceği kadınlar yaratıyorlardı. Vandana'nın kurduğu Navdanya tohum merkezi de Hintli kadınların her yıl yaptıkları "dokuz tohum" ritüelinin ismini almıştı. Dokuz tohum ritüeli yüzyıllardır Hintlilerin karnını doyuran büyünün ta kendisiydi. Bu büyünün Navdanya'daki devamlılığını ise Vandana'nın asistanı ve Navdanya'daki tohumların saklanmasından sorumlu olan Bija Devi (ve Bija'nın adı tohum demek!) adlı köylü kadın sağlıyordu. Bija ve Navdanya'daki birçok güzel insan çok çeşitli besleyici yerel bitki tohumları ve kadınların gıda için kullandıkları diğer stratejilerin korunması için çalışıyor. Buna kadınların geleneksel olarak topladığı yüzlerce yabani bitkiye dair bilgi birikimi de dahil.
Tohumların korunması, çoğaltılması ve seçilmesi aracılığıyla, insan eliyle evrimleştirilmiş sebzeler, tahıllar ve meyvelerin önemi çok büyük. Ancak ben özellikle yabani otlara karşı inanılmaz bir çekim hissediyorum. Hayattaki en büyük zevklerimden biri yolda gördüğüm yabani bitkileri tanımak, neyin yenir neyin yenmez olduğunu öğrenmek, pazardaki teyzelerden ot envanteri alıp nasıl pişirildiklerini anlattırmak, daha önce bilmediğim bir ot bulup eve getirmek! Tabii üç yıldır bu bölgede yaşadığım için artık buralardaki yenilir otları az çok tanıyorum ve bu heyecanı eskisi kadar sık yaşayamıyorum. Kim derdi ki İyilerin Yanında bana bu zevki bir kez daha yaşatsın, hem de hastane kapısından ağlayarak çıktıktan yarım saat sonra!
Hastaneden çıkınca kendimi zar zor bir pastaneye atıp karnımı doyurunca aklıma Edremit'in pazarı olduğu geldi. Aslında niyetim rengarek kumaşlara bakıp kafamı dağıtmaktı ama otları görmezden gelmem mümkün olmadı. Şu an pek ot mevsimi de olmadığından tezgahta sadece iki çeşit birbirine çok benzeyen ot vardı. Daha önce pazarda görmediğim bu otlar nedense tanıdık gelince adını sordum ve kulaklarıma inanamadım. Önceki akşam kitapta okuduğum yabani otlar listesinden (yerel isimleri ve latince adları vardı) sadece bir bitkinin ne olduğunu öylesine merak etmiş ve google'da aramış, Türkçe'de genelde zararlı ot olarak anlatıldığını okumuş, Hindistan'da yenen şey burada öldürülüyor yazık demiştim. Önce kitapta sonra tezgahta beni kendine çağıran bitki bethua sale- chenopodium album-sirken otu. Ispanağın yabanisi de denen bitki doğadan toplandığı için ıspanaktan daha besleyici ve daha temiz, ve kavurması muhteşem oluyor!
Bir ot kavurması sizi nerelere götürebilir?
hayatınızın merkezine kadar götürebiliyormuş demek ki :)
YanıtlaSilTijen'e :) Sirken'i ilk ondan duymustum cunku :) Eminim onun kitaplarinda vardir!
YanıtlaSilsirken tarifi için google'da yaptığım arama: "tijen inaltong sirken" :)
SilSirken= semizotu:)
Sil